BİZANS ÇAĞI (M.S. 395 – 1453)

 

Bizans Sanatı, M.S. 395 yılında ikiye bölünen Roma İmparatorluğu'nun doğu parçası olan ve 1453 yılında Osmanlı Türkleri tarafından ortadan kaldırılan Bizans Devleti'nin sanatıdır. 

Doğu Roma İmparatorluğu veya kısaca Bizans İmparatorluğu adı ile tanınan bu devlet, aslında Roma İmparatorluğu'nun Hıristiyanlaşmış şeklidir. Bu devleti, Roma İmparatorluğu'nun bir devamı olarak da kabul edebiliriz. Bizans adı, İstanbul'un eski adı olan Byzantium'dan gelir. Batı bilim dünyası, İstanbul'u fetihten önce bu isimle anmaktadır ve bu anlam olarak İmparatorluğun tümünü kapsamaktadır. Bizans deyimi modern tarihçilerin ortaya attığı bir isimdir. Anlam ve ruh itibariyle Batı Roma İmparatorluğu'ndan farklı olan Doğu Roma İmparatorluğu'na ayrı bir isim verilmesi istenmiş ve sonuçta bu isim ortaya atılmıştır. Oldukça uzun ömür süren Bizans İmparatorluğuna, yaşadığı sürece Bizans Devleti denilen Büyük Roma İmparatorluğu'nun doğu parçası olan bu devlet, sonuna kadar bir Roma Devleti olarak yaşamıştır.

6. yüzyıldan itibaren Latincenin yerini resmi dil olarak Yunanca almış,
dil ve kültür alanında tamamen Yunanca hakim olmuştur. Din önem kazanmış, böylece yeni bir devlet sistemi meydana gelmiştir. Kısaca belirtecek olursak, Bizans uygarlığı esası Roma'ya dayanan ve Balkanlar, Trakya, Anadolu ve kısa bir süre de Mısır, Suriye topraklarında kurulmuş ve buralardaki eski uygarlıkların gelenek ve zevklerini bünyesinde toplayarak, kendine özgü yüksek bir uygarlık haline gelmiş bir ortaçağ Hıristiyan toplumudur. Esas kaynağı Anadolu olmuş, doğudan geniş ölçüde ilham ve etkiler almıştır. Bizans Sanatının bizim için önemi,
özellikle sahip olduğumuz topraklarda yaşamış ve gelişmiş bir sanat
olmasındandır. Uygarlık tarihi bakımından önemi ise, Ortaçağın en parlak ve en kuvvetli uygarlığı olmasındandır. Bizans Sanatı başlangıçta Roma sanatının devamcısı olmuş, fakat daha sonra gerek çeşitli kültürlerin izlerine sahip ülke ve toplulukları içine alan coğrafi durum, gerekse resmi din olan Hıristiyanlığın kuvvetli etkisi ile tamamen yeni orijinal bir sanat karakterine sahip olmuştur.

Bizans Sanatında daima iki kuvvetli akım hakim olmuştur. Birincisi, özellikle saray ve ileri gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat geleneklerine dayanan, ince, hassas ve hatta bazı durumlarda Hıristiyanlığa yabancı unsurların dahi göz atmadığı, görkemli, zengin, göz kamaştırıcı bir sanat akımı olan Başkent üslubudur. İkincisi ise, şekil güzelliğine önem vermeyen, dini konulan esas alan ve sanatı dinin bir ifadesi olarak kabul eden ilkel ve kuru bir sanat akım olan Eyalet üslubudur. Ancak bu akımlar, isimlerinin ifade ettiği şekilde kesin bölgelere ayırmak imkansızdır.

 

RESİM SANATI

 

Bizans devrinde, 330 - 726 yılları arasında yapılan duvar mozaiklerinden İstanbul'da hiç bir örnek kalmamıştır. Bunun da başlıca sebebi, 726 - 842 yılları arasında görülen Resim Kıran hareket ile bunların tahrip edilmiş olmasıdır. Fakat Bizans devrine ait İstanbul dışındaki bazı mozaiklerin ve minyatürlerin yardımı ile bu devrin resim sanatının karakterini tespit edebiliriz. İlk çağın Helenistik resim sanatı üslubu, ilk Bizans devri sanatında gayet kuvvetli bir şekilde kendisini belli eder.

Fakat bu arada doğudan gelen daha farklı tesirlerde, sanata yerleşmeye başladıkları görülür. İstanbul'da bu devreye ait duvar mozaiği yoksa da, çok dikkat çekici bir mozaik döşeme yakın zamana kadar duruyordu. Bu mozaik, Sultanahmet Cami'nin Marmara yönünde bulunan, Arasta adı verilen eski çarşının yerindeki Bizans sarayının harabelerinin arasında bulunmuştur. 5. yüzyılı başlarına ait olduğu sanılan bu mozaik döşeme, saf bir Bizans eseri sayılamaz. Zira her bakımdan ilk Bizans devrinin başındaki intikal safhasının özelliklerine sahiptir. Beyaz zemin üzerindeki figürler birbirlerine bağlı olmadıklarından burada belirli bir kompozisyon yoktur, birtakım insan, hayvan, ağaç, kaya ve hatta mimari tasvirler zemin üzerine adeta serpiştirilmiş gibi yerleştirilmiştir. Burada, tezyini bir gaye ile hareket edilmiştir. Bu dağınık figürlerin arasında, bir sepetle tavşan avlayan bir çocuk, bir eşeğin önünde yem torbası tutan başka bir çocuk. Otlayan beygirler, mandolin çalan bir adam, bir Irmak perisi, aslanla mücadele eden bir fil, elinde mızrağı ve kalkanı olan bir savaşçı, bir ağacın üzerinde bal arayan bir ayı, bir ceylan parçalayan iki pars v.s gibi tasvirlere rastlanır. Hıristiyanlıkla ilgisi olmayan bu mozaikler, ilk çağın Helenistik resim zevkinin izlerini gerek konuları gerek renkleri ve gerekse çizgileriyle taşımıştırlar.

Mozaiğin kimi kaynaklara göre Helenistik Çağda geliştiği öne sürülür. Ancak bu tekniğin daha önceleri Mezopotamya ve Mısır’da kullanıldığı biliniyor. Ancak Helenistik Çağın yapı zeminlerinde yer alan mozaiğin duvarlara aktarılışı İ.S. birinci yüzyılda görülmektedir. Antikite’de (Antik çağ) beyaz zemin üzerine dallar çiçekler ve av sahnelerini belirten konular, cam ve taş küpçüklerle işlenmiştir. Hıristiyanlık buna gümüş ve altın kaplı camlar ile cilalanmış porfir (Somaki mermer), çeşitli renkli mermerleri eklemiştir. Ancak bu cam ve mermer parçaları, hep küp biçimindeydi ve bir sıva içine gömülüyordu. Ayrıca Antikite beyaz zemini tercih etmiş, Bizans ise altın zeminin daha etkili olacağını peşin olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan Bizans mozaiği, parlak, ışıklı, soyut ve kutsal bir dünya yaratmıştı.

Tasvir sanatlarının kullanılıp kullanılmaması, Bizans’ta uzun zaman tartışma konusu olmuştur. Hatta Ortodoks Kilisesi, üç boyutlu heykeli tamamen yasak etmişti. Bu bakımdan Bizans’a bağlı Ortodoks dünyasında heykel sanatının gelişmediğini görüyoruz. Esasen soyut Tanrı tasavvufunu Musevilik ve İslamlık da benimsemiştir.

İmparator 3. Leo, 725 yılında tasvirlere tapınmayı yasakladı. Birçok ikona bu sıralarda tahrip edildi. “İkonodul” adı verilen tasvir taraftarları, “ikonoklast” adı verilen tasvir düşmanları tarafından katledildi.

İkonaklast akım, Resim Sanatına büyük bir darbe indirmiştir. Kiliselerdeki dini resimler tahrip edilmiş, yalnızca haç resminin yapılmasına izin verilmiştir. 8. yüzyılda, kilise başlıca 3 tipe ayrılıyordu. Bunların en önemlisi kubbedir. Burası gökyüzünü temsil ederdi. Bu kubbenin altındaki mekan, yani naos ise yeryüzüdür. Kubbeyi taşları kemerler ve pandantifler yalnız mimari unsurlar değil, aynı zamanda yeryüzü ile gökyüzü arasındaki bağlantıyı sağlayan sembolik yerlerdir. Kilisenin bema kısmı, Hıristiyanlığın oluşum esasının sembolüdür ve zaten ibadet sırasında bu esrarı ifade edecek olan merasim burada cereyan etmektedir. Apsis ise, yeryüzü kilisesinin sembolüdür. Yanlardaki hücreler, bema ve apsise bağlı yardımcı mekanlar, binanın girişindeki narteks ise, daha dünyasal bir karaktere sahip bir mekandı. Mimarideki bu sembolik öz, bu saydığımız aksamı her birinin ayrı esaslara uygun resimlerle süslenmesi sayesinde daha da belirli bir hale getiriyordu.

Son Bizans devrinde Bizans Sanatında bir , 'Rönesans" karakterinin belirdiği görülmüştür.
Bu devirde sanat, kilisenin sert kurallarından sıyrılmış, bunun sonucunda ciddi konular daha serbest bir şekilde işlenir hale gelmiş ve bu arada ilk çağın Helenistik üslubunun esasları da tekrar canlanmak imkanını bulmuştur.

Son Bizans devrinin en görkemli resim koleksiyonu; evvelce Khora Manastırının kilisesi olan Kariye Cami'nde görülebilir. Latin istilası esnasında harap olan bu bina; İstanbul'un tekrar İmparatorluğun başkenti olmasından bir müddet sonra, Devletin ileri gelenlerinden Theodoros Metokhites tarafından 1305 yılına doğru tamir ettirilmiştir. Bu esnada, kilisenin kuzey ve güney tarafına birer kanat, batı yönüne bir dış narteks eklenmiş, güney tarafındaki kanadın içi ise, freskolarla süslenmiştir. Son zamanlarda bu freskolar meydana çıkartılmıştı. Narteks'den esas mekana açılan kapının üstündeki panoda, bu mozaikleri yaptıran Metokhites, İsa'ya kilisenin bir modelini takdim eder vaziyette tasvir olunmuştur. Yapıdaki mozaiklerde bunun dışında hep İsa ve Meryem'in hayatı ile İsa'nın mucizelerinin canlandırıldığı sahnelere yer verilmiştir. Kariye mozaikleri, ifadeleri bakımından canlı ve hareketli tablolardır, bunlarda Orta Bizans devrinin sert ve korkulu ifadesini göremeyiz. Orta Bizans devri mozaiklerinde var olmayan ve Avrupa'da ancak Rönesans ile ortaya çıkan çok önemli bir husus, bu mozaiklerde aşikar olarak görülür ki, bu da derinliği belirten birtakım unsurların kompozisyon içinde yer almış olmasıdır. İsa'nın veya Meryem'in hayatı ile İsa’nın mucizelerini gösteren sahnelerin hepsinde zemin dekoru olarak mimar ve Helenistik peyzaj motifleri kullanılmıştır. Bu peyzajlar, kademeli kayalardan, yer yer de üst kısımları budanmış ve yanlarından yeni bir dal fışkırmış ağaç gövdelerinden ibarettir.

Bizans sanatı, plastik sanatlarda doğa etüdünü terk etmiş ve Helenistik gelenekleri usta çırak kaideleri ile uygulamıştır. Bu bakımdan Bizans sanatı, üslupsal bir gelişim göstermemiştir. Katı bir ifade tarzına bürünmüş, bu katılık arkaik bir biçimlendirme olarak kabul edilmiştir. Bu kendine özgü katılığın, Bizans sanatına bir çeşit anıtsal ifade kazandırdığı da söylenebilir.

Küp biçimi taşlardan oluşan bu resimler, parça parça renklerden meydana geldiklerinden, çizimde sınırlı bir detay saptanması gerekiyordu. Ancak bütün bu sınırlılığa rağmen, her rengin kesi sınırı, unsurların kararlaştırılmasında kolaylık da sağlıyordu. Bu bakımdan Bizans mozaik resimlerinde belirgin bir açıklık ve renk kompozisyonu görüyoruz. Gayet duyarlı olan bu renk anlayışı, ancak barok kültürlerde görülüyor. Desendeki patlak gözlü figürlerden, bunların arkaik karakterli olduklarına hükmedilebilir. Fakat böyle düşünmek yanlış olur. Çünkü Helenistik Çağın baroğunu benimsemiş olan Bizans Sanatı, bu üslubun geleneklerini tekrar etmekle doğadan uzaklaşmış, bu nedenle de, çizim kabiliyetini kaybederek, satıhlaşmış desenlerle yetinmek zorunda kalmıştı. Ancak kalın konturlar ve katı hareketler, gayet zengin bir renk klavyesi ile örtülmek olanağını bulmuştu.

Bizans’ta kutsal kişilere ait tasvirlerin yapılmasına taraftar olanlar, duruma hakim olunca, tasvir yeniden çoğalır. Hatta kutsal kişilerin resimlerinin kiliselerde nerelere yapılacağı bir program halinde belirlenir. Örneğin: İsa’nın kubbede, Meryem’in apsidde yer alması gibi. Bu kompozisyonların gayet açık bir kuruluşu vardır. Kompozisyonlarda figürlerin dışında kalan kısımlar, onları birbirlerinden tamamen ayırırlar. Renkler de kompozisyon içinde dengeli bir şekilde dağılırlar. Ortaçağ Bizans sanatının en önemli örnekleri, İstanbul’da Ayasofya Kilisesi’nde ve bugün Kariye Camii adıyla bilinen Edirnekapı’daki Hora Kilisesi’ndedir.

Bizans Sanatının etkisi; Yunan, Bulgar, Yugoslav, Romen, Ermeni ve Rus kiliselerinde, önemli bir yere sahiptir.

Bizans sanatında, bir de mumlu boyalarla uygulanmış ikonalar vardır. Bu mumlu boya resimler, Bizans sanatının tablo resimleridirler. Helenistik Çağ, Roma ve Mısır’ın son zamanlarında, önemle kullanılmış olan bu teknik, natüralist bir portre sanatının gelişmesine sebep olmuştur.

12. yüzyıldan bu yana, kilise duvarlarında bir çeşit hikaye edici resimler meydana gelmişti. Ancak ikonalarda, tek tek portreler halindeki kutsal kişilerin resimlerinin yapıldığı görülüyor. Yalnız bunların arasında arka planda bazı peyzajların yer aldığı ve birkaç figürün bir araya getirildiği kompozisyonlar da görülüyor. İkonalar özellikle 12.-15. yüzyıllar arası çoğalıyor. Hatta, İtalyan Rönesans’ından önce, tabloda peyzaj unsurlarının kullanıldığı ilk resimler bu ikonlardır. İkonalarda kullanılan renkler itibari olmakla birlikte, 12. yüzyıldan itibaren doğa gözleminin bu resimlerde de yer aldığı anlaşılıyor. Bu bakımdan, Batı Rönesans’ın da ikonaların yeri önemlidir. Çünkü Batı’da, kitap resminin geleneği olarak tablolar arkasındaki fonun, altın yaldızla kaplanmasının, bütün Gotik sanat boyunca sürdüğü görülüyor. İşte bu figür arkasındaki zeminin, altın yaldız yerine peyzajla doldurulması, Bizans sanatının önemli özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

 

MİMARİ

 

Bizans mimarisinin en iyi görüldüğü yer başkent İstanbul'dur. Bizans Mimarisi, başlangıçta ilk Şam mimarisinden faydalanmış ve bunları yeni amaçlarına uydurmasını bilmiştir. Esası bir toplantı yeri olan bazilikayla, ufak ticari anlaşmazlıkları halleden hakimin yerine İsa mefhumunun alınması ile Hıristiyanlaştırarak bir kilise haline getirmişlerdir. Bazilika şeklindeki kilise, uzun bir yapıdır. Doğu ucunda yarım yuvarlak bir şekilde dışarı taşan bir apsis, batı ucunda ise, narteks adı verilen bir hol bulunur. Narteksin iki yanındaki merdivenlerden yan neflerin üzerinde uzanan ve kadınlara ait olan galerilere çıkılır. Bir bazilikanın üstü çift meyilli ve kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü olurdu. Bu basit ve sade kilise tipi: Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında ve Bizans Sanatının özellikle ilk devrinde hayret verici bir derecede tutulmuş ve sayısız denecek kadar çok örnek meydana getirilmiştir.

Bu tipin en karakteristik örneklerinden biri, başkent İstanbul'dadır. 461 'de kurulan Studios Manastırının Aziz Hagios Loannes ' e ithaf edilen kilisesi olan bu bina, İmrahor İlyas Bey Cami adını alarak, zamanımıza kadar gelmiştir. Harap bir halde olan bu bina, Bazilika tipinin en saf çekli ile karşımıza çıkmaktadır. Binanın iç mekanı bütün normal bazilikalarda olduğu gibi, iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmıştır. Fakat 18. yüzyıldaki yangından sonra sütunlardan sağ taraftaki nef kaldırılmıştır. Yapım üzerine örten ahşap çatıdan ise, artık hiçbir iz kalmamıştır. Henüz ayakta duran sol taraftaki sütun dizisinin yangından süslemelerini tamamen kaybetmiş olan başlıklarının üstünde, zengin bir şekilde işlenmiş mermer bloklardan meydana getirilmiş bir arşitrav uzanmaktadır. Bir gereksinmenin en basit şekilde cevaplandırılmasını yansıtan bazilikanın yanında revaç bulan ikinci bir yapı tipi ise, merkezi plan şemasıdır. Yuvarlak bir mekan esas oluşturacak şekilde kurulan bu binalarda, mekanın üstü yapının bütününü kaplayan bir kubbe ile belirtilmiştir.

İmhator İlyas Bey Camii

 İmrahor İlyas Bey Cami

Bizans Mimarisi, Bazilika ve merkezi plan tipini birleşerek, yeni bir mekan şekli bulmak yolunda çalışmaktan geri kalmamış ve bunun sonunda, 5. yüzyıl sonlarında kubbeli Bazilika denen tip doğmuştur. Bu tipin en görkemli örneği 6. yüzyılda İstanbul'da yapılmış olan Ayasofya'dır. Trallesli Anthemios ve Miletos'lu Isidoros'un, yani Anadolulu iki mimarın Justinianos'un emri ile 532 - 537 yılları arasında yanmış daha eski bir kilisenin yerinde yaptıkları Ayasofya, kubbeli Bazilika tipini en güzel şekilde verir. Burada, merkezi planlı binalarda görülen mimari sistemin esası, orta nefin üst mimarisinde ve ana mekanda bulmak mümkün olduğu gibi, klasik Bazilika mekanının karakteristik özelliklerinden sayılan, yan neflerin yardımcı, adeta orta mekanın görkemi ve genişliği uğruna "harcanmış" mekanlar olmalarında da görmek olasıdır. Yapının iç kısmı, adeta çatlı bir Bazilika gibi paye ve sütün dizileri ile üç nefe ayrılmıştır. Bunlardan ortadakine, esas ağırlığı dört payeye binen 31 m. çapındaki büyük bir kubbenin hakim olduğu görülür. Orta nem, esas aks üzerinde düzenlenmiş, ana kubbeye doğu ve batı yönden birleştirilen iki yana kubbe ile daha örttürülmüştür. Bu kubbeler vasıtasıyla aynı zamanda, ana kubbenin iki yönden basıncı karşılanarak, alttaki duvarlara geçişi sağlanmıştır. 77 m. uzunluğundaki orta nefin doğu ucu, dışarı ve üstü yarım kubbeli bir apsis ile sonuçlanmaktadır.

 

Aya Sofya Kilisesi (Camii)

 

Daha yapıldığı ilk yıllardan itibaren ihtişamı ve “erişilmez bir sınırsızlığı” temsil eden kubbesiyle herkesi şaşırtıp büyüleyen Ayasofya, 916 yıl boyunca kilise, 481 yıl da cami olarak hem Hıristiyanlığın, hem de Müslümanlığın hizmetinde bulundu. İlk yapıldığında Büyük Kilise (Megale Ekklesia) denilen bu muhteşem yapıt, Kutsal Bilgelik’e (Sofia) adandığından Ayia Sofia olarak tanınır, Fetih’ten sonra ise Ayasofya olarak anılmaya başlanır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün önerisi ve Bakanlar Kurulu’nun kararıyla 1934 yılında müze olarak tüm insanlığın ziyaretine açılan Ayasofya, Bizans İmparatoru İustinianos tarafından 532-537 yılları arasında yaptırıldı. Ayasofya aynı adla yaptırılan üçüncü yapıdır.

İlk Ayasofya’nın yine aynı yerde Roma Dönemi’nden kalma eski bir tapınak üzerinde bazilikal tipte yapıldığı, 15 Şubat 360 tarihinde görkemli bir törenle açıldığı tarih yazarı Sokrates tarafından anlatılıyor. Günümüzde hiçbir kalıntısı bulunmayan bu yapı, 404 yılında İmparator Arkadios’a karşı ayaklanan halk tarafından yakılır. İkinci Ayasofya ise, İmparator II. Teodosios tarafından yaptırılarak 10 Ekim 415’te ibadete açılır. Ancak, çok geçmeden bu yapı da bir başka isyan sonucunda, 13 Ocak 532’de yanar. İmparator I. İustinianos’un (527-565) beşinci saltanat yılında yaşanan Nika isyanının bastırılmasından sonra imparator, önceki yapılardan çok daha görkemli, asla yanıp yıkılmayacak bir mabedin yapılması emrini verir. 

Tarihçi Prokopios’un yapımı hakkında bilgiler verdiği 3. Ayasofya, Miletos’tan İsidoros ve Tralles’den Antemios adlı iki mimar tarafından yapılmaya başlanır. Yapım çalışmaları sırasında yüz usta, bin kalfa ve on bin işçi çalıştırılır. Yapının bir an önce bitirilmesini arzu eden İmparator İustinianos, eski kentlerden kalma güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılmak üzere İstanbul’a gönderilmesini tüm eyaletlerine gönderdiği bir yazı ile emreder. Böylece Anadolu, Suriye, Mısır ve Yunanistan’ın antik şehirlerinden mimari parçalar, gemilerle Ayasofya’ya getirilir. Yapımına 23 Şubat 532’de başlanan 3. Ayasofya, süslemeleri dışında inanılması güç bir süre içinde, 5 yıl 10 ay 24 gün sonra bitirilerek, 27 Aralık 537’de ibadete açılır

Açılış son derece görkemli olur, İmparator İustinianos zafer arabasıyla Ayasofya’ya gelir ve Atrium’da Patrik Menas tarafından karşılanır. Birlikte el ele girdikleri Ayasofya’da gördüğü ihtişam karşısında, “Bana böyle bir ibadet yeri yapabilme şansını sağladığı için Tanrı’ya şükürler olsun,” der. Açılışta bin boğa, altı bin koyun, altı yüz geyik, bin domuz, on bin tavuk, on bin horoz kurban edilir ve yoksullara çeşitli yardımlarda bulunulur. Kubbeli bazilika türünün en önemli örneği olan Ayasofya’nın, yedi bin metrekarelik ana mekânı, mermer sütunlarla bir orta, iki yan nef olmak üzere üçe ayrılmıştır. Orta nef ile yan nefleri birbirinden ayıran, dördü sağda, dördü solda bulunan yeşil-siyah damarlı mermer sütunların Ephesos’tan, yarım kubbe altında yer alan sekiz porfir sütunun ise Mısır’dan getirildiği biliniyor. Yapının içindeki yüz yedi adet sütunun üstündeki başlıklar Bizans taş işçiliğinin en güzel örneklerinden. 6. yüzyıla tarihlenen sütun başlıkları üzerinde İmparator İustinianos ile karısı Teodora’nın monogramları yer alıyor.

Yerden 56.60 metre yükseklikteki kubbenin çapı 32.37 metre. Yapıldıktan yirmi iki yıl sonra büyük bir depremde yıkılan kubbenin, 562 yılında Miletos’lu İsidoros’un yeğeni Genç İsidoros tarafından onarılırken 2.65 metre yükseltildiği biliniyor. Kubbede bulunan kırk adet pencere açıklığı da tepeden aydınlatmaya yardımcı oluyor. Yapıldığı günden itibaren dünyanın en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya, uzun yıllar Ortodoksluğa hizmet verdikten sonra, IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul’un Latinlerin eline geçmesiyle 1203-1261 yılları arasında Katolik Dünyası için kullanıldı. Bu arada Latinlere borçlu olan İmparator IV. Aleksios, Ayasofya’nın değerli birçok eşyasını onlara vermek zorunda kaldı. Bu nedenle, Ayasofya’ya ait pek çok kutsal eşya halen Venedik’te bulunuyor. Ayasofya’da bugün görülebilen mozaikler gerçek birer sanat eseri. Alt katta, apsis yarım kubbesi içerisinde yer alan “Meryem ve Çocuk İsa” mozaiği, altın yaldız ve gümüş ağırlıklı parçalardan oluşuyor. Bu mozaikte Meryem’in elbisesi lacivert cam mozaiklerle işlidir. Meryem’in oturduğu taht, kıymetli mücevherlerle işlenmiş bir imparator tahtını anımsatıyor. Meryem ve Çocuk İsa’nın yüz güzelliği ise hayranlık uyandırıyor. Alt katta görülmesi gereken bir diğer mozaik de İmparator Kapısı’nın üstündeki VI. Leon’un yaptırdığı (886-912) mozaik. Bu sahnede VI. Leon, secde ederek İsa’dan günahlarını affetmesini dilerken gösteriliyor.

Ayasofya’nın iç narteksinin yan kapısında yer alan bir başka mozaikte ise iki imparator ve Meryem ile Çocuk İsa yer alıyor. İmparatorlardan biri İstanbul’a adını veren I. Konstantin’dir. İmparator elinde tuttuğu kent maketini Meryem ve İsa’ya sunar. Diğer imparator ise Ayasofya’yı yaptıran I. İustinianos’tur. O da elindeki Ayasofya maketini Meryem ve İsa’ya sunar. Ayasofya’nın üst katında güney galeride Deisis mozaiği ile imparatorluğun iki ailesine ait, İmparatoriçe Zoe-IX. Konstantinos Monomakos (11. yy.) ve II. İoannes Komnenos, karısı Eirene ve oğlu Aleksios (12. yy.) mozaikleri yer alıyor. Kuzey galeride ise İmparator Aleksandros’un mozaiği bulunuyor (10. yy).Ayasofya’nın cami olarak kullanıldığı dönemde yapının dışına farklı zamanlarda dört minare ilave edilir. Mimar Sinan Ayasofya’nın dışına yaptığı payandalarla yapının dayanıklılığını arttırarak, günümüze kadar gelmesini sağlar. Ayasofya’nın içinde yapılan ilaveler ise, apsis içindeki mihrap ve mihrabın iki yanındaki tunç kandiller (Budin’den) mermer işlemeli minber, hünkâr mahfili ve müezzin mahfilleridir. Ayrıca, Sultan I. Mahmud Dönemi’nde kütüphane yaptırıldığı da biliniyor. Yapılan ilavelerde yapının uyumuna dikkat edilmiş, mermer malzeme kullanılarak organik bağ devam ettirilmeye çalışılmış. Kubbedeki yazı ve büyük levhalar (Allah, Muhammed ve dört halife) ise 19. yüzyılın ünlü hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin ürünüdür.



 

Bizans Sanatının ilk devresi siyasi ve askeri gerilemelerle beraber 726'da ortaya çıkan ve kiliselerin dini resimlerle süslenmesini yasak eden bir cereyan ile sarsıntı geçirmiş ve bu durum, kısa bir ara ile 842 tarihine kadar sürmüştür. Bu döneme ikonaklasma denir.

İkonaklasmanın 842'de ortadan kalkması ile gerçek anlamı ile başlayan Orta Bizans devri sanatı, 1204'de Bizans'a karşı yapılan Haçlı seferlerinin sonunda İstanbul'u 'u ele geçiren Latinlerin burada bir Latin İmparatorluğu kurmalarına değin sürmüştür.

Bu devirde Bizans Sanatı, kilisenin İkonaklasmaya karşı kazandığı zaferle yeni bir yön almış ve sanat, önceki devrindeki özgünlüğünü yitirerek, kilisenin günden güne kuvvetlenerek hakimiyeti altında belki de sert ölçülere bağlanmak zorunda kalmıştır.

 

SARAYLAR

 

Büyük Saray: İstanbul'un ilk büyük imparatorluk sarayıdır. Topkapı Sarayı gibi geniş bir saha içinde kurulmuş ve çok sayıda yapıdan meydana gelmiş olan saray, Sultanahmet'ten K. Ayasofya'ya kadar olan sahayı kaplıyor ve denize uzanıyordu. Saray, 4. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar devamlı olarak inşa ve tadil edilmiş olan irili, ufaklı binalarla adeta küçük bir şehir görünüşünde idi. Tamamen harap olmuş bu Kompleks'den zamanımıza yalnızca bazı cephe kalıntıları ulaşmıştır.



 

Tekfur Sarayı: Bizans İmparatorlarının ikinci saray kompleksi Edirnekapı yakınlarında bulunan Blakhernai Saray kompleksidir. Bu yapı grubundan günümüze sadece bir pavyon ulaşmıştır. Tekfur Sarayı adı ile tanınan bu yapı, Bizans sarayları hakkında fikir veren bir örnektir. Eski adı ve yapılışı tarihi kesin olarak bilinememekle birlikte, 12. yüzyılın ikinci yarısına ait olduğu düşünülebilir. Yapı, Bizans Latinlerden geri alındıktan sonra onarım görmüş ve bu esnada yapıya bazı kısımlar da eklenmiştir. On kısmında bir avlu bulunan yapı, bir bodrum katı ve iki tam kattan meydana gelmiştir. Bodrum kat kemerlidir ve bu kemerler vasıtasıyla avluya asılmaktadır. Son derece zengin bir cephe mimarisi ve süslemelerin görüldüğü yapıda özel olarak imal edilen süs tuğlaları kullanılmıştır. Pencere kemerleri ise, renkli ve beyaz bir taş ile iki veya üç tuğlanın alternatif olarak dizilmesiyle oluşturulmuştur. Yapı, fetihten sonra çini fabrikası ve cam atölyesi olarak da kullanılmıştır.

 

ASKERİ MİMARİ SURLAR

 

İstanbul'un esasını teşkil eden Byzantion'un antik çağdaki durumu hakkında pek bilgi yoktur. İmparator Konstantin, Mayıs 330'da İstanbul'u yeniden kurup tören ile açmıştır. Şehrin bu yıllardaki durumu da pek bilinmez, ancak Konstantin'in çehre kara tarafından sızdığı bilinmektedir. İstanbul surları, zamanla genişleyen çehre uygun olarak batıya doğru genişletilmiştir.

Surlar, 408 - 450 yılları arasında İmparator olan Theodosius zamanında batıya doğru iyice genişletilmiştir. Theodosius surları veya kara tarafı surları adı verilen bu Surların 96 kulesi vardır. Marmara' dan mermer kule ile başlar, Haliç’e uzanır, Edirne Kapının biraz ilerisinde ise kesilir. Buradan ilerdekiler daha sonraki devirlere aittir. Surların yer yer dışarıya bağlantı sağlayan kapıları vardır. Bu kapılara Türk devrinde çeşitli isimler verilmiştir.

Sur kapılarının bir kısmının eski isimleri bilinmemekle beraber, sadece 3 tanesinin tam ve kesin olarak isimleri, üzerlerindeki kitabelere dayanılarak tespit edilmiştir. Bunlar; Altın Kapı, Silivrikapı ve Mevlevihane kapısıdır. Surlar, üç bölümden meydana gelmekteydi, 1) Anasur, 2) İçsur, 3) Hendek. Surların, Ayvansaray tarafındaki ucu Theodosius zamanından sonra şehrin genişlemesine uyarak yenilenmiştir. Özellikle Komnenoslar devrinde, burada İmparatorluk sarayı olduğu için bu bölge özel olarak genişletilmiştir.

Kara surlarının devamlı olarak tamir edildiği, Bizans kaynaklarından ve kulelerdeki kitabelerden belirlenmektedir. Marmara ve Haliç surları, kara surları kadar önemli değildir. Özellikle Haliçtekiler iyice zayıf tutulmuş, Marmara surları da çok kuvvetli yapılmamıştır. Haliç surlarının zayıf olmasının sebebi, Haliç’in devamlı olarak kapalı tutulması, Marmara surlarının kuvvetli olmamasının sebebi ise, denizin bu bölgede çok akıntılı olması yüzünden gemilerin buraya yanaşmasının güç olmasıdır.



 

Altınkapı: Kara surlarının en önemli kapısı olarak bilinir. Altın kapının özel bir durumu vardır, o da Via Egneüa adı verilen İstanbul Roma ana yolunun buradan başlamasından kaynaklanmaktadır. Kendine özgü bir cephe mimarisine sahiptir. Normal kapılarda görülen bir açıklık yerine burada 3 açıklık vardır. Esas giriş imparatora mahsustur, halk yan kapılardan geçer. Cephe mermer bloklarla kaplıdır.

 

ANITLAR

 

Bizans döneminde, kentin çeşitli yerlerinde dikilmiş anıtlar da vardır. Bunların en önemlilerinin bulunduğu Hipodrom, şehrin eğlence ve siyaset merkezi, yarışların ve politik mücadelelerin yapıldığı yerdir. Burası, Sultanahmet ile Adliye Sarayı arasındaki düzlükte uzanan U şeklinde bir saha idi. Anıtlar, ortada bulunan ve Spina adı verilen bir eksenin üzerinde sıralanırdı. Bu anıtlardan biri Yılanlı sütundur.

 

Yılanlı sütun: Bu eski bir sütundur, 4. yüzyılda İstanbul'a getirilmiştir. Bu sütun, birleşmiş çeşitli Yunan sitelerinin İranlılara galip gelmesi üzerine, elde edilen ganimetlerin eritilmesi suretiyle meydana gelmiştir. Orijinal durumunda atın üzerinde altın bir kazan vardı ve bu kazanı tutan burmaların her biri bir yılan şeklinde son buluyordu. Yılan kafasından birinin yarısı, geçen yüzyıl içinde kazıda bulunarak, İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne götürülmüştür.



 

Dikilitaş: Aslı bir Mısır eseri olan, 1600 yılında Firavun Tutmosis adına Karnak'da dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olarak yapılan Dikilitaş 390 yılında İstanbul'a getirilmiş ve Hipodroma
dikilmiştir. Mermer bir kaide üzerinde, 4 bronz ayak tarafından taşman anıtın kaide kısmının 4 yüzü de mermer kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda, I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri ve atın dikilişini gösteren tasvirler görülür. Anıtın kaidesinde, biri Latince, biri Grekçe olmak üzere 2 kitabe vardır. Latincede Anıtın kendi ağzından konuşur, dikiliş sebebini ve kaç günde dikildiğini anlatır: "Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek, ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam için gerekli herşey Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos'un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim. "Bu kitabeden Theodosius'un birtakım Tiranlara karşı başarılı olduğunu anlıyoruz. Kitabede, Proklos'un adının yeri biraz oyuktur, Çünkü Proklos, siyasi sebeplerden lanetlenmiş, bunun sonucunda ismi silinmiş, ancak sonra tekrar şerefinin iadesi ile yeniden yazılmıştır. Grekçe kitabede ifade daha sadedir; Burada taş konuşmaz, "Devamlı yerde yatan 4 taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebilirdi. Yardıma Proklos'u çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi." şeklinde bir ifade görülür. Obelisklerin dikilme gayeleri tamamen psikolojik bir nedene, Roma imparatorlarının bunları, ne kadar zorluk ve fedakarlıklarla getirtip diktirdiklerini göstermek istemelerine dayanmaktadır. Bu şekilde, halk üzerinde imparatorun ihtişam ve kudretinin artması sağlanmıştır.

 

Örme Obeliks: Bu anıt, İmparator Konstantin Porphyrgennetos zamanında dikilmiştir. Üzerinin zamanında madeni plakalarla kaplı olduğu bilinir. Hipodrom dışında şehrin bazı semtlerinde de anıtlar bulunmaktadır. Bunlar, yaptıranların veya bulundukları yerlerin isimleri ile tanınırlar.

 

Gotlar sütunu: Gülhane Parkındadır. Tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 4. yüzyıla ait olduğu düşünülmektedir. Bir kaide üzerinde monolit olarak yükselen gövde en tepede korint üslubunda bir başlıkla son bulmaktadır.

 

Çemberlitaş sütunu: Meydan ortasında hala ayakta duran bu taş anıt, daha Bizans devrinde çatlamış ve demir çemberle takviye edilmiştir. Bu yüzden Çemberlitaş olarak tanınan bu anıt, aslında mermer kaide üzerinde üst üste oturtulan yuvarlak porfir taşlardan meydana gelmiştir. Her bir okun üst tarafında kabarık taş kısımlar vardır. Ek yerlerini buralarda yer alan çelenk şeklindeki süslemeler gizler. Anıtın üzerinde, kendini tanrı Apollon Helios şeklinde tasvir ettirmiş imparator Konstantin'in heykeli bulunmaktadır.

 

Theodosius Zafer Takı Anıtı: Bugün Beyazıt meydanında, eski adı ile Theodosius formunda,  I.Theodosius'a ait bir Zafer Takı bir de sütun bulunmaktadır. Bunlardan, Zafer Takının parçalarının bir kısmı bugün yerinde durmaktadır. Sütun ise, 557 yılında yer sarsıntısında yıkılmış, 16. yüzyıl başlarında ise, tamamen kaybolup gitmiştir. Beyazıt Hamamının temellerinde temel taşı olarak kullanılan helezoni şeklindeki bu sütuna ait kabartmalar,bugün de yoldan geçerken görülmektedir.

 

Arkadius Anıtı: Bugün Cerrahpaşa semtinde, Arkadius adına yapılmış olan formun ortasında yer alan bu anıt, bir kaide üzerinde helezoni olarak yükselen bir sütundur. Bu helezoni kısım bir kabartma ile süslüdür. Bu kabartmada, Barbarlara karşı kazanılmış bir zafer anlatılmaktadır.
Daha Bizans devrinde harap olmuş olan bu anıtın bugün sadece kaide kısmı ayaktadır.

 

Kız Taşı: Fatih semtinde, 452 yılında Markianos adına dikilmiş, ufak ölçüde bir anıttır.
Kaidesinde çelenk taşıyan iki zafer tanrıçası vardır. Kaidedeki bu figürlerden dolayı Türk devrinde Kız Taşı olarak anılmıştır.

 

SU TESİSLERİ

 

İstanbul'da Roma devrinden beri su tesisleri yapılmış, bunlar Bizans devrinin başında da yapılmaya devam edilmiştir. Fakat bu tesislerin Bizans devrinde ne zamana kadar kullanıldığı belli değildir. İstanbul'a gelen su, özel tesislerle çehre iner, baş havuzlara gider ve yer altı kanallarıyla çehre yayılırdı.

 

Sarnıçlar: Kare veya dikdörtgen planlı, üzeri, taş sütunlar ve tuğla kemerlerle taşınan bir tonozla örtülmüş olan su tesisleridir. Bu yapıların görevi, suyu muhafaza etmektir.

 

Yerebatan Sarayı Sarnıcı: İstanbul'daki sarnıçların içinde en büyüğü ve en çok tanınan şüphesiz ki, Sultanahmet meydanındaki Yerebatan Sarayı Sarnıcıdır. İmparator Justinianos devrinde genişletilen yapı 140 x 70 m. ölçülerindedir. İçinde, her dizide 28 sütun olmak üzere, 12 sütun dizisinden toplam olarak 336 sütun bulunur. Sütunlar ve başlıkları devşirmedir.

 

Binbirdirek Sarnıcı: Genel olarak, Konstantin devrine ait olarak düşünülür.
64 x 56 m. ebadındaki yapının içinde 224 sütun bulunur. Sütunlar, alışılmışın dışında, ortalarında bilezik bulunan, üst üste oturtulmuş iki ayrı sütundan oluşturulmuştur.

Bozdoğan Kemeri: Genel olarak imparator Valens (364-368) zamanında yapıldığı ileri sürülür.
Bu kemer, iki yüksek yer arasında inşa edilmiştir. Su, kemerler yardımıyla bugünkü Üniversite Merkez binasının bulunduğu yerdeki merkez havuza getiriliyordu. Kemer, bugünkü haliyle tam değildir, her iki uçtan da parçalar eksilmiştir. Açık su hazneleri: Bunlar şehrin dışından gelen suları toplama havuzlarıdır. Burada biriken su, çehre dağıtılırdı Tamamen Roma inşa tekniğine göre yapılmış oban bu aşık hazneler, son derece sağlam ve büyük havuzlardır. Bunların en önemlilerinden birisi de bugün Karagümrük'te Fatih Stadı olarak kullanılan Çukurbostan'dır.


 

GOTİK SANATI

 

12.yy.ın sonlarında 13.yy,ın başlarında ortaya çıkan Gotik mimarisi, Roman sanatını oluşturan Almanya’nın aksine Fransa’nın rehberliğinde gelişmiştir. Bu sanat Paris ve çevresinde filizlenip, dal salmıştır.

      Roman sanatında ortaçağ düşünce sisteminden uzaklaşma başlamıştır. Krallıklardan halka doğru gelişen bir anlayış ortaya çıkmıştır. İslam mimarisinde görülen sivri kemerlerin, Roman mimarisinin yuvarlak kemerinin yerine geçmesi, yeni sanatın ilk ışıklarıdır.

 

Gotik sanatının Roman sanatına göre oldukça farklarının olduğunu anlamaktayız. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

 

1.  Gotik mimarisi, Roman mimarisinden daha geniş alana yayılmıştır.

2.  Yapıların tümünde bir bütünlük söz konusudur.

3.  Yuvarlak kemerlerin yerini sivri kemerler almıştır.

4.  Mimarinin en başlı organı olan duvarlar kaybolmuştur. Sadece paye, kemer, payanda kemerlerinden meydana gelen bir yapı iskeleti ortaya çıkmıştır. Tonozları ayakta tutan ayak (paye) sıralarının araları pencereler ve vitraylarla kapatılarak, kilisenin içi dış dünyaya açılmıştır.

5.  Giriş portalleri, anıtsal bir eser durumuna getirilmiş, çevresi dini içerikli heykellerle donatılmıştır.

6.  Heykeller, mekân içinde bağımlılıktan kurtularak serbest konuma girmişlerdir.

7.  Cephelerde yapılan çift kuleler bu bölümde hakim konuma girmiştir.

8.  Roman sanatında görülen manastır kiliselerinin yerini halk katedralleri almıştır.

9.  Mimarinin ortaya çıkardığı Gotik öğeler, değişik sanat dallarına yansımış, dekorasyon ve küçük el sanatlarında kullanılır olmuştur.

10.        Gotik sanat akımı, Roman sanat akımına göre daha uzun süre Avrupa’da devam etmiştir.  Bu sanatın ortaya çıkmasıyla yüz binlerce insan bu görkemli yapıların inşasında görev almıştır. Ülkede işsizlik ortadan kalkmıştır. , değişik sanat dallarına yansımış, dekorasyon ve küçük el sanatlarında kullanılır olmuştur.

11.        Gotik sanat akımı, Roman sanat akımına göre daha uzun süre Avrupa’da devam etmiştir.  Bu sanatın ortaya çıkmasıyla yüz binlerce insan bu görkemli yapıların inşasında görev almıştır. Ülkede işsizlik ortadan kalkmıştır.

·  Kiliselerde portal batıda, narteks de batıda olur.

 

A. FRANSA’DA GOTİK SANATI:

 

1137’de inşasına başlanan Saint Denis Katedrali’nde karşılaşılan yapı sorunlarına daha olgun ve tam çözümler getirilmiştir. Laon ve Saissons (suassons) Katedrallerindeki gelişmeler Paris’te Notre Dame Kilisesi’nin öncülüğünü yapmıştır.

     

Notre Dame Kilisesi’nde;

 

a.  Yatay ve dikey çizgiler uyum içindedir.

b.  Transepti fazla çıkıntı yapmamaktadır.

c.  Tepelikleri düz olan iki kule vardır.

d.  Cephe kısmı son derece uyumlu ve sakin görünüşlüdür.

e.  Apsis kısmı dışa doğru fazlasıyla bir çıkıntı meydana getirmektedir.

f.   Orta sahını destekleyen payanda ayakalarıyla heybetli bir göünüşü vardır.

g.  Batı cephesinde zengin 3 portali ve bunların üzerinde İsa’ya kadar gelen peygamberlerin heykelleri bulunmaktadır.

h.  Batı cephesinde heykellerin üzerindeki kısımda renkli camlarla dekore edilmiş nefis bir gül pencere yer almaktadır.

i.    Batı cephesindeki gül pencereden yukarıda, zarif, ince sütunalrın birbirine kemerlerle bağlandığı bir galerisi bulunmaktadır.

Örn: Chatres (Şartır) Katedrali, Reims Katedrali, Amiens Katedrali

 

B.  İNGİLTERE’DE GOTİK SANATI:

 

Gotik sanatı Fransa’dan Avrupa’ya yayılmıştır. İngiltere’de taklit şeklinde başlamıştır. 

Salisbury Katedrali; 140 m. uzunluğunda, 25 m. yüksekliğindedir. Yüksek orta kule dış görünüşe hakimdir. Cephesi 5 katlı kemer sırasıyla oldukça zengin görünüşlüdür. Portali bu cepheye göre küçük, hatta belirgindir.

Lincoln Katerali; en büyük katedrallerdendir. Orta kulesi, Gotik sanatının en seçkin örneğidir. Cephesindeki iki kule cepheyi zenginleştirmektedir. 6 kat halinde yükselen cephenin enine yayılması, orta bir nişle bozulmuştur.

İngiliz Gotiğinin en belirgin özelliği; süsleme sanatına fazla özen gösterilmesidir. Sütun başlıkları ve konsollar yaprak mıotifleriyle bezenmiştir. Çatı tonozunun birçok çizgiyle bölünmesiyle tonozların ağ ve yıldız tonoza dönüştüğü gözlenir.

Kulelerin ağırlığını taşımak için dışarıdan payandalar kullanılması yerine, içeriden kemer biçiminde yukarıya doğru uzanan destekler kullanılmıştır.

Figürler, süslemenin bir parçası görünümüne sokulmuştur. Bireysel heykeller genellikle mezarlarda kullanılmıştır.

  Örn: Cantenburry ve Wells Katedralleri

 

C.  ALMANYA’DA GOTİK SANATI:

 

Almanya’da Gotik sanatına başlangıçta sıcak bakılmamıştır. Fransa’da Gotik eserlerinin yapımında Almanya’nın ünlü taş ustaları Fransa’ya giderek çalışmışlardır. Doğal olarak ülkelerine dönünce Gotik sanatını yaymışlardır.

Köln katedrali; Almanya’nın en ünlü ve en büyük Gotik anıtıdır. 13.yy.da başlamış, 19.yy.’da tamamlanabilmiştir. Ren bölgesinin en ünlü katedrali olan bu yapıda, payandalar göğe doğru ağır taş kitlesi açılıp, hafifleyerek yükselmektedir. Bunda büyük kulelerin payı vardır. Kuleler kare planlı başlar, sonra sekizgene dönüşür., ortasından yüksek piramidal çatı fışkırır.

Ulm Katedrali; Tuna Nehri yakınındaki 2900 kişilik katedral 161 m. boyuyla dünyanın en yüksek kulesine sahiptir. Batı cephesinin ortasında, tek bir kuleyle ünlüdür.

Almanya Gotik sanatında sadece dinsel yapılara bağlı kalmamış, kamu yapılarında da etkili olmuştur.

 

D.   İSPANYA’DA GOTİK SANATI:

 

İspanya’da Müslümanların bulunduğu bölgeler dışında Gotik sanatı gelişmiştir. Mimaride ve heykel sanatında kendini göstermiştir.

Burgos Katedrali’nde; zengin bezemeler, taşın ağırlığını yok eden bir Gotik anlayışla görülmektedir.

 

E.   İTALYA’DA GOTİK SANATI

 

İtalya’da Roman sanatında olduğu gibi Gotik sanatını benimsemede geç kalmıştır. 14.yy.da başlayan erken Rönesans sanatı belirtileri etkili olmuştur.

Milano Katerali; İtalya’da Gotik stilinde uygulanmış tek katedraldir. Öyle yüksek kuleler bulunmamaktadır.

Bunun yerini, çatılarda basit kulecikler, köşelerde kuleler almıştır. Koro bölümü dikdörtgen biçimde yapılarak orta sahınla birleştirilmiştir. Fakat Roman mimarisinin izleri de görülmektedir.

Örn: San Francesco, Siena ve Orvietto Katedralleri, Venedik’te Dojlar Sarayı

 

RÖNESANS SANATI

 

      Rönesans; antik Yunan mimarisi ve Roma sanatına ait elemanlarıyla yeni bir sanatı geliştirme şeklidir. Sanatkarlar; eskiyi aynen taklit etmek ya da eskiyi tekrarlamak yerine, eski mimari elemanlardan yararlanarak yeni eserler yaratmayı esas olarak kabul etmiştir. Antik dönem özellikleri bu sanata sadece ışık tutmuştur.

      Bu dönemde insan ön plana çıkmıştır. Orta çağda insanın hiç değeri yoktu. İnsanın bilgilenmesi, uyanması, kendini bulması ilk kez İtalya’da olmuştur.

a.      Proto Rönesans ilk işaretlerini ortaçağda vermiştir.

b.      İlk Rönesans 1420’de İtalya’da gözlemlenmiştir.

c.       Yüksek Rönesans 1500 yılından sonra görülür. Rönesans’ın İtalya’da başlamasının ana nedeni:

1.     İtalyan burjuvazisinin güçlü oluşu.

2.     Yöneticiler arasındaki rekabet.

3.     İtalya’nın Roma İmparatorluğu’nun merkanı oluşu.

4.     Dinsel etkenler

5.     Gelişmelerin Floransa’da olması

6.     Medici ailesinin sanatçılara verdiği değer.

7.     Sanattan anlayan eser kolleksiyonerlerinin ve hümanistlerin burada toplanması.

 

 

 

Rönesans’ı hazırlayan nedenler:

 

1.  15.yy. ve sonrasında sanat hareketlerinin doruk noktaya çıkması

2.  Bu yüzyılda çok değerli insanların yetişmesi ve çalışmalarını birleştirmeleri

3.  Matbaanın icadı ile yeni buluş ve düşüncelerin kısa sürede tüm topluma yayılmasının sağlanması.

4.  Seyahatler sonrasında yeni coğrafi keşiflerin artması, Avrupa’da zengin, sanata düşkün ve bilgili üstün sınıfın oluşması.

5.  Her türlü fikir ve sanat adamının çalışmalarını destekleyen ve onların yaşantılarını gözeten ailelerin oluşması.

 

RÖNESANS HEYKEL SANATI:

 

  Antik Yunan ve Roma heykellerinin incelenmesi daha önce başlatıldığından, Rönesans döneminde heykeltraşçılık, mimariye daha az bağımlı olarak gelişti. Heykelde 3 boyutluluk ele alındı. İnsan ön plana çıktı. Güzel anamiye sahip “Nü” heykeller yapıldı. Bu dönemde heykellerin konuları genellikle Tevrat ve İncil’den alındı. Önemli kahramanlar, devlet büyükleri, mitolojik, efsanevi kahramanlar ve sanatçılara önem verildi. Bu dönemde heykel, sağlam şekilde yere basmaktadır. Mimari unsurlardan arınmış, 3 boyutluluğunu kanıtlamıştır. Heykeli seyredenler tarafından her cepheden görülebilmektedir. Doğal olarak heykeltraşlar insan ve hayvan figürlerine önem veriyor. Bunların anatomilerini çok iyi inceliyorlar.

  Rönesans heykeltraşçılığında; hayalciliğe, hurafelere ve dini konulara, katı kurallara bağlı kalmamıştır.

 

  HEYKELTRAŞLAR

 

· Ghiberti (1378-1455):

Floransa’daki vaftizhanenin bronz kapıları, ilk önemli çalışmasıdır. O perspektif yasalarını kabartmaya aktarmayı başarmıştır. Kabartmalarda bir derinlik yansıtılmaktadır. Konusunu, Tevrat’tan alan panoların birinde; İbrahim, oğlu İsmail’i kurban etmeye hazırlanmaktadır. Gökten meleğin, İsmail’in yerine kurban edilmek üzere koç getirişi işlenmiştir. Bu panolar, 21.yy.da tamamlanır. Çalışmalar o kadar başarılı olmuş ki; Michalengelo, Giberti’ye cennet kapılarını süslemeye laik sanatkar övgüsünü vermiştir.

 

· Donatello (1386-1466):

Bu sanatkarın yapıtlarında coşkulu, tutkulu yaratma gücü bulunmaktadır. Heykeltraşçılığa basit insanların günlük yaşamlarındaki zorluk ve acılar içindeki kesitlerden sahneler aktarmaktadır.  Aziz Geongios, Loannes(Yahya) ve David (Davud) gibi eserlerin yanında Gattamelata atlı heykeli ile Rönesans’ın ilk atlı heykelini yapan sanatkar ünvanını almıştır. Padua’daki bu atlı heykel de kuvvet, incelik, hareket ve durgunluk birbirine karışmıştır. Atın frenlenmiş, gücü arka ayaklarına verilmiştir. 16.yy. heykel sanatı üstatlarının yetiştirdiği yıllardır. Leonardo, Michelangello bunlardandır.

 

· Michelangello:

Heykeltraş, mimar ve ressam özellikleriyle tarihe adını yazmıştır. Kararlılık, dayanıklılık, eğilmezlik, evrensellik en uç noktaya çıkarılmıştır. Henüz 25’inde iken Pieta heykelini yapabilecek yeteneğe ulaşmıştır. Bu heykelde, çarmahtan indirildikten sonra Hz. Meryem’in kucağına yatan İsa konu edilmiştir. Mermerden yapılan heykel, normal insan boyutlarındadır. İki vücudun birbiriyle bütünleşmesi dönüşlerle sağlanmış olup, Hz.İsa’nın çektiği acı yüzünden okunmaktadır. Çaresizliği, hareketsiz ve bitkin vücuduna yansımaktadır. Meryem bu manzara karşısında donup kalmış, hiçbir şey yapamamanın, biçare kalışının mimikleri en iyi şekilde hareketlerine yansıtılmıştır. Davud heykelinde ise, oturan sakallı, yaşlı kişiye güvenli bir görüş katmıştır.

Papa 2.Julius’a ait mezardaki kabartma figürlerinde büyük bir isteksizlik yansıtan tutsaklar konu edilmiştir. Gölge ve ışık burada özenle kullanılmıştır.

 

 
 
 


 

RÖNESANS DÖNEMİ RESİM SANATI

 

Genel Özellikler:

 

1. Merkezi perspektif, insanın bakışını toplamakta, onu resmin derinliklerindeki bir noktaya doğru yönlendirmektedir.

2. En çok mekâna önem verilmiştir. Orta çağda gözlenen yüzeysel resim sanatına karşın Rönesans’ta mekân büyük önem kazanmıştır.

3. Rönesans üslubunun genelde insana önem vermesinden dolayı resim sanatında da konular insana yöneliktir. Konular dini içeriklilikten kurtulup, çocuğu seven anne konumuna girmiştir.
Bu dönemde insan ortaçağda devamlı acı çeken, kaderci, kendinden üstün, tanrısal kişilerin oluşturduğu bir kader ağının tutsağı olmayıp, kendi benliğini kendisi ortaya koyabilen bir insandır.

4. Ortaçağ resminde olayın çeşitli aşamaları bir tablo içinde, safhalar halinde yansıtılmaktadır. Rönesansta bu dağınıklılığı bir araya toplama görüşü ağır basmıştır. Bir olaydaki en can alıcı sahne, seçilerek resme çıkartılmaktadır. Böylece geçmiştekiler ve gelecektekiler bu önemli anın içinde birleştirilmektedir.

5. Renkler, ortaçağ resminden farklıdır. Düşünceleri güçlendiren renkler seçilmektedir. Gotik’te kullanılan koyu renkler tercih edilmektedir.

 

RESSAMLAR:

 

·           Giotto (1266-1377):

     

Bu sanatkar, eski Hıristiyanlık sanatına bağlı olan Bizans resimine bir hayat, bir canlılık getirmiştir. İtalyan resmini, Bizans resmine bağımlılıktan kurtarmıştır. Bu sanatkar sadece İtalya’da değil, tüm Avrupa’da “Yeni Çağ” resminin ilk temsilcisi olmuştur. Genellikle resimde anlatılmak istenenleri, hareketlere, yüz mimiklerine ve küçük detaylara aktararak, büyük bir dönem* sadeliğine ulaşmıştır.  Mekân ve figürleri objektif olarak yansıtmıştır. Bu da erken Rönesans’ın özelliği olmuştur.

Genelde dinsel konuları işlemiş, insan portrelerini bunların içinde yansıtmıştır. * Floransa Kilisesi duvarlarındaki freskleriyle ün yapmıştır. İsa’nın ve Meryem’in hayatı, Kıyamet günü,; insanlar üzerinde bir vaar, bir hikaye gibi etki bırakmıştır.

Giotto’nun resim sanatında belirsiz olan bir ruh olayını ya da belirli bir ruh durumunu canlandırma yolunda önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Tevrat ve İncil hikayelerine yeni bir yön vermiştir.

 

·           Masaccia (140*-1482):

     

         Giotto, 14,yy.a; Masaccia ise 15.yy.a damgasını vurmuştur. Ortaya koyduğu eserler yeni sanatçıların kendinden sontraki nesillrin hayallerini süslemiştir. Eserleri arasında; Brankaci Kilisesi fresklerinde “Adem ile Havva”, “İsa ile Havarileri” hayatını anlatmaktadır. Bunlarda * gerçek hayattaki gibi anlatılmıştır. Bunlar arasında “İsa ve havarileri” ile “vergi isteyen tahsildar” resmedilmiştir. İsa, San Pier’e suyu gösterir, San Pier diz çökmüş, balığın ağzındaki parayı almaktadır. Bu İncil’den alınma bir konudur. Masaccia’nın resimleri insanda gerçek bir olay etkisi bırakıyor. Şahıslar canlıdır, vücutlar kabartmalar gibi duvardan dışarı taşmakta, ışık ve gölge şekilleri plastik görünümde yansıtılmıştır. Kıvrımlar, başlar, figürler adeta canlı maddeler kullanılarak yapılmış hissini vermektedir.

 

·           Botticelli (?-1510):

     

      Antik çağ mitolojisini, Hıristiyanlığı ve “Dante’nin İlahi Komedyası” konularını işlemiştir. Bunlarda kendi görüşlerini yansıtmıştır. En seçkin eserleri “İlkbahar ve Venüs’ün Doğuşu” tablolarıdır. İlkbahar, bir şiirden ilham alınarak işlenmiştir. Portakal bahçesinde, çiçeklerin halı gibi zemini kapladığı bir mekânda ortada Venüs, solda ince tüllerle dans eden üç genç kız, ağaçtan portakal toplayan Merkür, sağda çiçekli elbiselerle ilkbahar, ağzından güller fışkıran florayı yakalamaya çalışan zafiros (rüzgar) görülüyor. Sanatçı aceleci, daima heyecanlı, canlı çizgilerle anlatıma önem vermiş, dasçılarda daha gelişmemiş genç kızların çıplak vücutlarında detaylara yönelmeden, sade bir canlılık ve hareketlilik vardır.

“Venüs’ün Doğuşu”nda, aşk tanrıçası; istiridyenin içinden çıkarken işlenmiştir. Solda rüzgar yapan Zafiros, savrulan elbiselere yaklaşıyor. Eserde, uzun boylu, çok güzel yüzlü kızlar, soğuk renkler, şahısların yüzlerinde hüzünlü ve kasvetli ifadeler gizlidir.

16.yy.la birlikte Rönesans’ta da yeni bir dönem başlar. 1500’le Rönesans’ın olgunluk çağı yani “Yüksek Rönesans” başlar. Papa, sanatkarları Roma’ya davet eder. Sanatta büyük atılımlar, büyük gelişmler görülü. Sanat başyapıtları ortaya çıkar.

 

·           Leonardo da Vinci (1452-1519):

     

Resim sanatında çığır açmış; eşyaya, doğaya bilimsel yaklaşmış, geleneksel fresk yapımını terk etmiş, yağlı boya resimler yapmıştır. “Son Akşam Yemeği” , “San John”, “Mona Lisa”, “Kutsal Anna”, “Kutsal Bakire ve

Çocuk İsa” en önemli eserlerindendir. Son Akşam Yemeği tablosunda; İsa’nın masada oturanlardan birisinin kendisine ihanet edeceğini söylediği an canlandırılmıştır. İsa ortada oturmaktadır. 12 havarisi ise merak içinde O’nu izlemektedirler. Perspektif başarıyla uygulanmıştır. Monalisa tablosunda; hafif * belli belirsiz bir gülümsemeye sahiptir. Bunda ilk kez yüz portresinden, vücut portresine geçilmiştir. Geleneksel kadın resmi anlayışı yıkılmıştır.

 

·           Michelangello (1475-1564):

     

Genelde mimarlık ve heykeltraşçılık yapan sanatçı, ressam olarak da faaliyet göstermiş nadir sanatçılardan biridir.

Vatikan’daki Sixtine Şapeli’nin tavan resimlerini, 30 m. yükseklikte, sırtüstü yatarak, 4 yılda, bireysel olarak çalışıp, tamamlamıştır. Figürler, onun heykeltraş olduğunu yansıtmaktadır. Bu şapeldeki “Son Yargılama”, “Baküs” ve “Davud” onun önemli eserlerindendir. Sanatkar, Floransa’da Medici Ailesi ile Roma’ya gelmiştir. Papa 2.Jul’ün desteği ile bu şaheserleri oluşturmuştur. İtalya’da Venedik 16.yy.dan sonra kendisine özgü bir yol izlemiştir. Önemli Venedikli ressamlar yetiştirilmiştir. Bellini, Giorgione, Palma Vecchio, Tiziano, Lorenzo, Lotto, Tintoretto ve Veronese bu sanatçılardandır.

 

·           Tiziano (1476-1576):

 

Giorgione’nin öğrencisidir. Fakat hocasının duyarlılığı yoktur. Sanatının başlangıcında Bellini’nin tekniğine, konular açısından da hocasına bağlı kalmıştır. Büyük bir renk ustasıdır. Resimlerinde ışık karşıtlarını ve rengi düşüncesinin ifadesi için kullanmıştır. “Vergi Parası”, “Lavinia”, “5. Charles’ın portresi” ve “Göksel Dünyasal Sevgi” önemli eserleridir.

15.yy.da İtalya’da Rönesans gelişirken, diğer Avrupa ülkelerinde * sürmekteydi. Dinsel mücadeleler yapılmaktaydı. Kiliseler gücünü kaybetmiş, reformist düşünce ve hareketler yapılmaktaydı. Huzursuzluklar, ayaklanmalar başlamıştı. Fransız sanatı, Gotik geleneğiyle hareket etmiş, perspektiften uzak kalmış, belirgin bir çıkışı ancak kendine özgü bir üslupla gerçekleştirebilmiştir. Önemli Fransız ressamları; Jean Fourgent, Jean Clouet’dur.  Flaman ülkesinde Antik güzellik düşüncesine girmeyen, zorlamasız güzellikten yana olan; güncel, çirkinlikten hoşlanan, görüleni aynen, detaylı şekilde izleyerek, tuvale aktaran, onu güzelleştirmek için uğraşmayan, gerçekçi bir *

 

·           Pieter Bruegel (1525-1569):

 

Flaman ressamlarsdandır. Değişen dünya görüşünü içeren, özgün bir üslupla ortaya çıkar. Bir anlamda, Rönesans’ın akılcı eğliminden uzaklaşmıştır. Halka, köy yaşamına ilgi duyar. İnsanların atasözlerinde saklanan bilgeliği ele alıp, onu konu edip, tuallere yansıtmıştır. Bundan dolayı da “Köylü Bruegel” olarak bilinir. “Yaşlı Köylü Kadın”, “Çocuk Oyunları”, “Körlerin Sorunları” önemli eserleri arasındadır. Diğer Flaman ressamları ise Eyck kardeşler, Memling ve Bosch’tur.  Almanya’da reformun insana yüksek değer veren yanıyla insanları dini ve ahlaki bir yönde zorlama yanı çelişki yaratmış, bu da sanata yansımıştır. Bir yandan ortaçağa bağlılık, diğer yandan yeniçağa uyma gerçeği nedeniyle dünyayla sıkı bağlar kurulamamıştır.  Albert Dürer, Jehon-Gaver, Grünewald, Holbein önemli ressamlar arasında sayılabilir.

 

 

 

·           Albert Dürer (1471-1528):

 

Çok yönlü kişiliğe sahiptir. Ressam, tahta baskıcı, çizer, yazar, bilgin ve düşünürdür. Ülkeye Rönesans bilgisi, onunla birlikte gelmiştir. Kendi yaşamını portreleriyle yansıtmıştır. Suluboya resimler yapmıştır. Manzara, hayvan resimleri ve sunak konulu resimlerle, karakalem, tahta baskı, bakır gravürleri vardır.  “Şovalye”, “Ölüm ve Şeytan”, “Dört Havari” ve “Melankoli” en seçkin eserlerindendir.

 

KELİMELER:

 

Proto: Ön, başlangıç




 

MANİYERİZM

 

1530’ dan başlayarak Hrıstiyan duygu ve düşüncesi yeniden ağır basmaya başlar. 16.yy’ ın sonuna doğru sanat içe dönük bir anlam kazanır. Maniyerizm, Hrıstiyan dininin etkisi altındadır. Hrıstiyan dininde gerçekçiliğin ve akılcılığın tam tersi söz konusudur. Spritüalizm, insanın hayal gücü rol oynamaktadır.

Doğa ve doğa gözlemciliği söz konusu değildir. Dış gerçek yerine duyular söz konusu edilmiştir. Sembolik bir sanattır. Maniyerizm’de Hristiyan sanatçı, iç dünyasına, inancına, hayaline bağlıdır. Gördüğünü değil; duyduğunu, hayal ettiğini yapmıştır. Maniyerizm’de Hrıstiyan orta çağda olduğu gibi, ruhsal, sembolik bir yola yönelmiştir.

Rönesansta antik sanata duyulan hayranlıkla birlikte doğa gerçeği de yeniden canlanmış ve antik yunan sanatının kurallarından doğasal bir ülkücülük doğmuştur. Daha önce Floransa’da sonra İtalya’da özellikle 15.yy da Venedik okulunda natüralist bir sanata doğru gidilmiştir. Rönesansın en olgun çağında 16. yy Rafaello, Leonardo doğasal-nesnel ülkücülüğü doruğuna ulaştırırlar. Ancak aynı yüzyılda 1530‘dan başlayarak bir yandan da Hrıstiyan duygu ve düşüncesi yeniden ağır basmaya başlamıştır. 16. yy sonlarına doğru sanat içe dönük ve sembolik bir anlam kazanır. Maniyerizm, reformdan sonra düşüncede oluşan bir gereksinimin sonucudur.

Hrıstiyan duygu ve düşüncesinin yeniden güç kazandığı bu akım rönesansın gerçekçi ve idealist kurallarına karşıdır.

1520-1570 yılları arasında süren maniyerizm mimariyi de etkilemiş, mimari ögeler hafifleyif daha dekoratif hale gelmiştir.

Barok sanatın kökleri bütün gerçek maniyerist sanatçıların eserlerinde aranmalıdır. Maniyerizmin ilk izlerine 1521’den sonra Michelangelo’ nun ikinci dönem eserlerinde rastlamaktayız.

Medici Meryemi, Sistina Şapeli freskoları en önemli örneklerdir.

O’nu Correcio izlemiş. Bireysel anlatım Tintoretto da ve özellikle El Greco uç noktasına varmıştır.

Corregio; Floransa ve Roma okullarının plastik düzenleriyle Venedik okullarının renkçiliğini birleştirir. Mekan, Rönesans ustalarındaki gibi sınırlandırılmamıştır. Bu özellik barok sanatçıları için söz konusu olacaktır. Correcio’ nun sanatı ortaçağ sembolizmine bağlayabileceğimiz bir duygu ve düşünce yorumudur.

Tintoretto; Michelangelo’ nun deseni ve Tiziano’ nun rengini birleştirmiştir. Son resimlerindebol renk yerine maniyerist hareket özelliği olan gri tonları kullanmıştır.

El Greco; hayalcilik ve sembolizm onda uç noktaya varır. Figürler gerçek dışıdır. Bunarla sanatçı iç dünyasını doğaya yeğ tutar. Griler, siyah beyaz kontrastlar içinde gerçek dünyadan uzak bir iç dünyayı anlatmaktadır. Genellikle ortaçağ sanatçısı gibi dinsel ve sembolik eserler verilmiştir.

Rönesans dışına çıkarak, soyuta giden biçimler ve renkler dünyası içinde bireyci bir sanatın sözcüsü olmuştur. Bir bakımdan El Greco, Michelangelo gibi modern sanatın öncüsü sayılabilir.

Giotto ile birlikte sanat ortaçağda sanat ortaçağdaki dinsel sembolizmden ve hayalci yorumdan ayrılmış doğaya dönmüştü.Giotto ile bir doğa gözlemciliği başlamıştır. 15. yy’ da Floransa 16.yy’ da Roma okulları tümüyle doğaya, gerçeğe yönelmiştir. Maniyeristlerle birlikte yeniden iç dünyaya Hrıstiyan düşüncesinde temellenen bir sanata dönülmüş oluyor.

Maniyerizm, ortaçağa dönüş olmadığı gibi Rönesanstan kopma da değildi. Ancak Rönesans formunun bir çeşitlemesiydi.

Maniyerizm, karşıtların kaynaştığı bir dönemdir. Dindarlıkla putperestlik, fantastik kurguculukla salt soyut geometrinin şiiri bağdaşmasalarda yan yana gelebiliyorlardı.

Böylece Maniyerizm türlü eğilimin kaynaştığı, gerilim ve tedirginliğin sonuna varıldığı yaratıcı bir dönemdir.

Maniyerizm Rönesans ve Barok arasındaki geçit dönemi üslubudur.

BAROK SANATI

 

Barok, Avrupa'da yaygınlaşan sanatta bir anlatım biçimidir. Mimarlık, müzik, resim ve heykelin etkileyici temalar altında birleştirilmesi amacını güder.  Abartılı hareket duygusu ile, dönemim müzik ve edebiyatında kendini gösterir. Barok sözcüğü, Portekizce “Barucca” sözünden gelir. Portekizce’de garip biçimli, eğri-büğrü incilere verilen isimdir.

Yoğun bir etki bırakan bu anlatım biçimi kendi alanında fazla eser verildiğinden bir dönem adı olarak anılmaya başlanmıştır. Rönesans’ın klasik duruşuna karşın, Barok duyguları da işin içine katarak gerçeğe biraz daha yaklaşmıştır.  Barok Sanatın yaratıcıları yeni biçim ve reformlarla ruhlara seslenmeyi hedeflemiştir. 

 

BAROK FELSEFE

 

Barok döneminde 30 yıl savaşlarının etkisi büyüktür. Rönesans devrinde başlayan Sosyo-ekonomik gelişmenin yerine duraksama görülmüştür. Soylular sahip oldukları kudreti ihtişamlı, şatafatlı şanlarına yakışır şekilde kullanma eğiliminde bulunmuşlar. Barok dönemine ait eserler hem duvar üzerinde hem de tuval üzerinde uygulanmıştır. Figürler telaşlıdır, yüzlerinden bütün  hisleri okunur, bütünden çok detaylara odaklanma gözlenir,Işıkla gölge kontrast halindedir, kompozisyon çok yönlüdür,

 

BAROK MİMARİ

 

Bu dönemde sanat; doğayı taklit etme değil, aksine onu biçimlendirme olarak anlaşılmıştır. Barok sarayları, fıskiyeli havuzları, görkemli heykelleri, bahçeleri, süslü ve muazzam salonları, duvar işlemeleri, tanrı ve mitoloji konulu resimleri bu dönemin mimarisinde yer alan temel unsurlardı.

 

BAROK RESİM

 

Barok resimlerinde de tavan resimlerinde mimari çizimler boy gösterir. Rönesans dönemi resimlerindeki açıklık, düzlük, algılanabilirlik yerini duvar yüzeyinin görünmez şekilde işlenişine, derinlik etkisi uyandıracak şekilde çizilmesine bırakmıştır. Resimdeki hacim ifadesi ışık-gölge ile elde edilir.

 

BAROK ÜSLUPLU RESİM SANATININ  ÖZELLİKLERİ

 

Kompozisyon bakımından klasik üsluplu resmin özellikleri bu devrede ortadan kalkmaya başlar. Pramidal ya da üçlü kompozisyon yerini dağınık, diagonal düzenlere bırakır. Vücut anatomisi küçük adalelere, damarlara kadar gösterilir. Resim yüzeyi, mimari yüzeyler gibi parçalanır, ayrıntılaşır. Klasik üslubun durgun yüz ifadesi, yerini hisli, ızdıraplı ve neşeli tavırlara terkeder.  Lüks, süs, tantana, ipekli kumaşlar, boya, dans gibi dünyevi yaşamın fantazi züppeliği, resimlerin konusu olur.

 

BAROK DÖNEMİ SANATÇILARI VE ESERLERİ

 

Mimaride Mimar Louis Le Vau ve bahçeci Andre Le Notre tarafından yapılan Versailles Sarayı, Barok Mimarisinin en tipik örneklerindendir.

 

BAROK DÖNEMİ SANATÇILARI

 

·           Monteverdi (Barok dönem'i başlatan operası Orfeo ile ünlüdür)

·           Purcell (ilk İngiliz operası olan Dido and Aeneas'ı yazmıştır)

·           Torelli (ilk konçertoyu yazmıştır)

·           ümit Scarlatti (555 klavsen sonatı yazmasıyla ünlüdür)

·           Vivaldi (Dört Mevsim keman konçertoları ile ünlüdür)

·           Tartini (Şeytan Trili isimli keman sonatıyla ünlüdür)

·           Telemann (Tafelmusik - Sofra Müziği isimli süitleri ile ünlüdür)

·           Bach (Brandenburg konçertoları ile ünlüdür)

·           Handel (Messiah oratoryosuyla ünlüdür)

 

Caravaggio

 

Michelangelo Merisi da Caravaggio 1571 Milano’da doğdu. Roma, Napoli, Malta ve Sicilya'da çalışmıştır. Caravaggio güçlü ışık-gölge kullanımı ve resimsel düzenlemeyi dramatik bir açıdan ele alışıyla barok sanatının en özgün uygulayıcılarından biri olmuştur. 1584’te Bergamo’lu bir ressam olan Simeno Peterzeno’nun yanına 4 yıllığına çırak olarak girmiş, ilk deneyimlerini Lotto ve Giovani Girolama Savolda (1480-1548) gibi sanatçıların yapıtlarını incelemekle ün kazanmıştır.

Barok çağın en ünlü heykelcisi Bernini’dir. 1616 tarihli Daphne ve Apollon Heykeli’nde ise Yunan mitolojisindeki ilginç bir konuyu ele almıştır. Bu yapıtta Daphne ile Apollon arasındaki serüvenin en dramatik anı verilmiştir. Efsaneye göre Daphne dayanılmaz güzellikte bir bakireydi. Kendisini Tanrıça Gaia’ya adadığı için erkeklerden kaçan kızla karşılaşan Apollon, ona bir anda vurulmuş ve peşine düşmüştür. Ama kızı yakaladığı sırada Daphne bir ağaca dönüşmüştür. Bu, bilinen defne ağacıdır. Çaresiz kalan Apollon defne ağacından dallar koparıp bir çelenk yapmış ve onu başından hiç çıkarmamıştır. Bu grup kompozisyonu Barok heykel sanatının en başarılı ürünlerinden biridir.  

 

NEO KLASİK ÜSLUP (1780 – 1820)

 

·           Fransa’da doğmuştur.

·           Fransız Devrimi ile özdeşleşir. (1789) Fransız Devrimi’nin resme yansımasıdır.

·           Tarih konulu resimler yapılır. Yalnız bu konuya ağırlık verilmesinin tek nedeni devrim değil yapılan arkeolojik kazılardan elde edilen bulgulardır. (Eserler ve şehir kalıntıları)

·           Pompei ve Herkülaryum’da yapılan kazılarla ortaya çıkan ev mimarisi; hem bu dönem mimarisi hem de antik dönem mimarisi, Neo-Klasik dönemde etkili oluyor.

·           Antik döneme dikkat çeken kişi Winckelman’dır. Bir sanatçının ya da insanın; önce doğaya bakması gerektiğini, daha sonra antik döneme eğilmesini önermiştir. Böylece kusursuz eserler yaratılabilir. Doğa kusursuz değildir. Antik dönem mimarisi kusursuzdur.

·           Aydınlanma felsefesi temsilcilerinden Diderot ve Voltaire bu dönemde etkili olurlar. İnsanlar din dahil her şeyi bu düşünürler sayesinde sorgulamaya başlar.

·           Bilim ve akla inanırlar.

·           Deneysel bilgiye inanırlar.

·           Hurafeler ve gizli güçler onlar için geçerli değildir.

·           Dünyaya akılcı yaklaşırlar.

·           Neo-Kalsizm’de bundan etkilenir.

·           Özetlemek gerekirse;

o Fransız Devrimi

o Antik Yunan (Arkeolojik kazılar)

o Aydınlanma Felsefesi

o Barok ve Rokoko’ya tepki olarak gelişmiştir.

o Sanatta yalınlaşma söz konusudur.

o Pastel renkler ön plandadır.

o Duygu anlatımı ve figürlerde abartı yoktur.

·       Sade, yalın, çizgisel, pastel renkler kullanılır.

·       Antik sanattan etkilenildiğinden heykelsi ve ağır başlı figürler görülür.

·       Barok + Rokoko ile Neo-Klasik sanat arasındaki farklılıklar;

o   Barok’ta duygusal ifade önemliydi. Ama Neo-Klasik’te abartılı ifadeler yoktur. İfadeler daha donuktur.

o   Barok ve Rokoko soyluların, aristokratların sanatıyken; Neo-Klasik, halka yakınlaşmış ve yalınlaşmış bir sanattır. Halkın sanatı da denebilir. Bunun sebebini devrime bağlayabiliriz.

 
I.L.DAVID

 

·       Fransız ressam

·       Devrimin ressamıdır. Devrim kahramanlarıyla yakın dosttur. Toplumda yer edinmiştir.

·       Winckelman’ın öğretisinden yararlanmıştır. (Önce doğaya, sonra Antik Yunan mimarisine bak ve bundan bir sentez yarat.)

·       Antik dönem kabartmalarından etkilenmiştir.

·       Çok yönlü biridir. Güzel Sanatlar Bakanı olmuştur ve aynı zamanda da meclis üyesidir.

·       Paris Louvre Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmuştur.

·       Tiyatro oyunları yazmıştır.

·       Resimlerinde Neo-Klasik üslup hakimdir.

·       Özgürlük ve vatan için ölme ve kendini feda etme temalarını işlemiştir. Bu temalar Fransız Devrimi’nin etkisi ile ortaya çıkmıştır.

 

RESİMLERİ:

HORACE’LARIN YEMİNİ

 

·    1789’dan önce yapar. Devrimin habercisi niteliğindedir.

·    3 kardeşin babalarına yeminini gösterir.

·    Ülkeleri uğruna savaşıp, canlarını feda edebileceklerini söylemektedirler.

·    Abartılı ifadeler yok. Oturuşlarından üzgün oldukları anlaşılmaktadır.

·    Soldaki üçlünün güçlü imajlarıyla anne ve kardeşler karşıtlık oluşturmaktalar.

·    Ayakta ve oturur olmaları da bir diğer karşıtlıktır.

·    Baba profilden merkezde bulunuyor.

·    Antik Yunan etkileri güçlüdür.

·    Dekor sade ve Dor tarzı sütunlar, yuvarlak kemerlerle pekiştirilmiştir. Bir tiyatro sahnesini andırmaktadır. Sol üst köşeden gelen ışık sahne anlayışını daha da irdeler.

·    Sanatçı, en dramatik anı yakalamıştır.

·    Babanın açık sağ eli dürüstlük sembolü olarak kabul ediliyor.

SOKRAT’IN ÖLÜMÜ

 

·     Kompozisyon, figür gösterimi ve renkler olarak “Horace’ların Yemini”ne benzer.

·     Kahraman, Antik dönem filozofu Sokrat’tır.

·     Merkezde bir eli havada, diğer eliyle uzatılan kadehi alır.

·     Üzülen arkadaşları ve öğrencileri çevresindedir. Kadehi uzatanın da üzgün olduğu görülür.

·     Figürler heykelsidir. Antik dönem giysileri içinde betimlenmişler.

·     Sahne; ışık ve dekoruyla tiyatro sahnesini andırmaktadır.

·     Pastel renkler, ışık ve başarılı gölgelerle inancı uğruna yaşamını sona erdiren Sokrat’ı anlatmıştır.

BRUTUS’UN OĞULLARININ CESETLERİNİN LİKTORLAR TARAFINDAN GETİRİLİŞİ

 

·  Brutus, Roma kralının yeğenidir. Brutus’un oğulları kralın tek kızına tecavüz ederler. Kız intihar eder.

·  Brutus başa geçince kendi oğullarını bu suçtan dolayı ölüme mahkum eder. Adalet yerini bulur.

·  Dönemin ahlak felsefesinde ne olursa olsun hak yerini bulur.

·  Sağda anne ve kızkardeşler “Horace’ların Yemini”ndeki gibi tasvir edimiş.

·  Brutus solda, olaya kayıtsız kalmış gibi oturmaktadır. Sağdaki bayanlar daha üzgün görünürler.

·  Brutus’un karanlıkta ve bayanların aydınlıkta olmaları bir karşıtlıktır. Solda oturanların ve sağda ayakta duranların bulunmasıda bir karşıtlıktır.

·  Kadınlarda Yunan heykellerinden esinlenilmiştir. Kadının açık sağ eli dürüstlük sembolüdür.

·  Kadın giysileri kıvrımlarına kadar işlenmiştir. Figürler heykelsidir.

Dor üslubu sütunlar dikkat çeker.

SABİNLİ KADINLARIN KAÇIRILIŞI

 

·  Roma kentine adını veren Romulus, kardeşini öldürüp tahta geçer ve Roma’yı kurar.

·  Kente yurtsuz ve evsiz-barksızları çağırıp kentin nüfusunu arttırır.

·  Sabinliler Roma’ya gelmezler.

·  Romulus bir şenlik düzenler ve Sabinlilerin eşleri ile çocuklarını kaçırır.

·  Önceki resimlere göre daha kalabalık ve büyük boyutlu çalışılmıştır.
(5x4 m.)

·  Figürlerde daha fazla ifadeye yer vermiştir.

·  Ön planda çocuklar, çocuklarını kurtarmaya çalışan kadınlar ve Roma askerlerine karşı koymaya çalışan analar betimlenmiştir.

·  Profilden asker figürü dimdik ve güçlü olarak sağda, ayakta durmaktadır.

·  Kahverengi ağırlıktadır.

·  At figürleri ve ifadeler dikkat çeker.

Arka planda yağmalanan kent görülmektedir.

MARAT’IN ÖLÜMÜ

 

·  Marat Fransız Devrimi’nin kahramanlarındandır.

·  David’in arkadaşıdır.

·  Ressam bu resmi devrim sonrası yapmıştır.

·  Adeta devrimin simgesi olur.

·  Yalın ve gerçekçi tarzı ile etkiler.

·  Ayrıntı yoktur. İfadeyi abartmaz.

·  Küvetteyken Marat, bir kadın tarafından öldürülür. Bu kadının sevgilisi olduğu iddia edilmektedir.

·  Cilt hastalığından dolayı, her gün bir süre küvette kalmaktadır. Bu nedenle de yazılarını küvette yazmaktadır.

·  Sol alt köşede, karanlıkta kalan bıçak görülür.

·  Üstten gelen ışık Marat’ı aydınlatmaktadır.

·  Işık-gölge başarılıdır.

·  Koyu renkler hakimdir.

·  Elinde tuttuğu mektupta onu öldüren kadının yazdıkları vardır. Marat’tan adeta yardım ister. Ancak ne kadar gerçek olduğu bilinmemektedir. Belki de David, Marat’ı ebedileştirmek için böyle bir yol izlemiş olabilir.

·  Marat’ın bir cilt hastalığı olduğu halde resimde bu işlenmemiş. Ressam Marat’ı idealize etmiştir.

Sahnenin altı dolu, üstü boştur. Böylece figür daha da belirginleşir.

MADAM RÉCAMİER

 

·     Bir bankerin kızıdır.

·     16 yaşında iken babasının 43 yaşındaki bir arkadaşı ile evlendirilmiştir.

·     Kaprisli, şımarık, David’e poz vermeye geç gelen, ressamın da bundan şikayetçi olduğu biridir.

·     Kompozisyonda Antik Dönem mobilyaları, dekoru ele alınmış ve kadının giysisi; sade, yalın ve çizgisel işlenmiştir.

·     Koyu renkler, özellikle de kahverengi kullanılmıştır.

·     Madam uzunlamasına oturmaktadır.








Find A Lawyer
Online Ziyaretci:
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol